“Bazen kadınlar sıkılır”
On beş yaşındayım. Sabah sessiz oturup yediğimiz
kahvaltılardan birindeyiz. Babam çok konuşmayan bir adam. “Annem neden gitti?”
Bir defa sordum bu soruyu, bir daha da ne kendime ne ona sormadım. Ben babamdan
öğrendim kadınların sıkılabileceğini sonra da sıkıcı bir kadın olmamaya sessiz
bir and içtim. Sıkılmazsa bir kadın belki de gitmezdi. Bilmedim o zamanlar
sıkılmanın bir çok yüzü olduğunu, kontrol edemeyeceğimi. Küçüktüm henüz. Babamın
sesinde gizleyemediği hüzünü kaptım, sessiz yaşadığı yalnızlığını, terk edilen
olmanın derin kapanmayan yarasını gördüm, benimkiyle buluşturdum, büyüttüm. Bir
gün bile “Baba, erkekler de sıkılmaz mı?” diye sormak gelmedi aklıma.
Öğrenmedim onu. Herşeyi bir uçurum sandım. Kendi durduğum tarafı tek taraf
sandım. Sıkılıp gidebilecek olan terk edilecek kadar da sıkıcı olan sadece
bendim. Düz mantık benimkisi. Çocukken bize açıklanmadan geçip giden, başımıza
gelen her şey gibi bu da düz bir çocuk mantığıyla oturdu ruhuma, ev kurdu
içimde. “Baba neden savaşmadın? Neden sıkılmamasını sağlamadın?” “Hiç mi fark
etmedin sıkıldığını?” sormadığım soruların arasına girdi. Annemin neden beni
valizine koyacak kadar değerli ve vazgeçilmez bulmadığını da soramadım. Ne kadar
sıkıcı biri olduğum ihtimalini gerçeğe dönüştürdüm, bir sır gibi sakladım.
Elimde bir babam kalmışken, ona sımsıkı tutundum. Tutunurken tüm savaş
kelimelerimi, isyanlarımı yuttum. Sıkılmayan kadın elbisemi giyindim ve kırık
dökük, cesaretsiz iyi bir adamın kadın tanımıyla, terk eden bir annenin sıkıcı
kızı kimliğimle genç kızlıktan geçtim. Sıkılmayan kadınların ne kadar sıkıcı
olduklarını çok sonra öğrendim.
“Onları buraya eksek daha iyi güneş alır”
Bu biz miyiz? Boşverdiğimiz, çatlamasına, kurumasına göz
yumduğumuz, hayallerimizi kıyıda köşede çürümeye, tozlanmaya bıraktığımız bu
bahçeyi düzenlemeye çalışan bu iki insan biz miyiz? Ayrılmak için beraber
çalışmak zorunda olan, yan yana birlikte bir bahçe yaratmaya çalışan bu karı
koca biz miyiz?
“Orasının daha çok güneş aldığını nereden biliyorsun?” içimi
kemiren soruyu soramıyorum. Gereğinden fazla söz sarf etmiyoruz birbirimize.
Konu konuyu açmasın diye düz sorular, kısa yanıtlar ile konuşuyoruz. Belki de
soruların artık bir anlamı kalmadı. Alınacak tüm cevaplar alınmış, yaşananları
silemeyecek, hiç birşeye anlam veremeyecek. Yine yama yapma ihtimalimden
korkarak da sormuyorum. Yamalarımın sökükleri var, delikler açıldı hepsinde,
giderek büyüyorlar.
“Baban ve ben ayrılmaya karar verdik.” Ona danışmadan söyledim
kızlara. Zayıf bir güç alma çabası benimkisi ama ilacına kavuşmuş bir bağımlı
kadar haz veriyor bu zayıf güç. Biri “Bu yaşta mı?” dedi, diğeri “Hayırlı olsun
anne” İkisi de boktan yanıtları içime oturdu. “Sen iyi misin anne?” demedi hiç
biri. “Neden?” diye sormadılar.
Bahçede dolanıp oyuncakları tek tek dolduruyorum kocaman
siyah bir çöp poşetine. Eldiven var elimde. Bir zamanlar pırıl pırıl kutular
içinde heyecanla alınmış, hevesi geçince kenara atılmış arabalar, bebekler,
havuz oyuncakları. Hepsi tozlu, lekeli,
bebeklerin gözleri çıkmış, kolları delinmiş, öylece durdular yıllarca bu
bahçede. Neden kimseye vermediğimi, neden başka bir çocuğa oyuncak keyfi
yaşatmadığımı düşünüyorum şimdi. Üç koca poşet ouncak çıkıyor bahçeden, bir de
poşete girmeyen o bisikletler, patenler, kaykaylar yığılıyor sokaktaki çöp
konteynerinin yanına. Bugün Çarşamba. Çöp günü.
Emlakçı arıyor öğleden sonra. “Nasıl gidiyor?” Garipsiyorum
ilişkimizi. Ev bizim, bahçe bizim, emlakçı bizim için çalışıyor. Ama o söylüyor
biz yapıyoruz. Vazgeçtiğimiz evliliğimiz gibi evimizin de değerini bir yabancı
biçiyor. Sevmiyorum emlakçıyı, o orospuyu sevmediğim gibi. Akşamları bazen
gidiyor. Bahçe ile uğraşmadığımız her an gidiyor bu evden. Bitsin istiyor.
Gitmek istiyor. Orospu da biliyor benim bildiğimi. “Mektupları ben koymadım
çantama” demişti. “Seni öyle acıtacak birşey yapmam biliyorsun.” Öylece
bakmıştım yüzüne. “Kulakların duyuyor mu ne dediğini?” Avazım çıktığı kadar
bağırmak istemiştim. Sadece boş boş bakıp sakin oturmuştum. Bunca yıllık
evliliğimizi bırakıp gitmek, bunca şeyden sonra beni terk etmek acıtmazmış da o
mektuplar acıtırmış gibi.
Bahçe zor ilerliyor. Konuşmadan, paylaşmadan, herkes kendi
kafasına göre temizliyor, düzenliyor. İkimiz de bir gün konuşmamız gerekeceğini
biliyoruz, ama şu anda kelimeler sadece sınıra gelip asılı kalıyor. Dışarı
taşamıyor. Konuşacak onca şey varken insan bazen hiç birşey diyemiyor. Ağızda
büyüyen bir lokma gibi yoruyor söylenmeyenler.
Bazen bahçede çalışırken bakıyorum ona. Yanına gidip sarılmak,
yüzünü ellerimin arasında tutup “ben buradayım” demek istiyorum. “Bak bana…
gözlerime bak!” diye bağırmak istiyorum. En çok da “Ben sıkıcı değilim!” demek
istiyorum. Bazen de bakamıyorum ona. İçimi eziyor, kızgınlıkla ağlama arasında
bir köprüde bir ileri bir geri gidiyor, bir türlü hangi tarafta olacağıma karar
veremiyorum. O bana bakmıyor. Donuk, sakin ama şevkatli sesi. Sadece bahçeyi
konuşuyoruz çok gerektiğinde. Her gün çöp topluyorum, moloz atıyorum. Yarın
tırmık alıp toprağın üzerindeki pislikleri, dökülmüş yaprakları temizleyeceğim.
Topuklu ayakkabıları duruyor annemin. Hepsi duruyor.
Sayıyorum onları zaman zaman. Hiç birini almamış. O gittiğinde ben 7
yaşındaydım. Aradan 7 yıl geçti. Babam annem gittiğinden beri tek bir şeyi
değiştirmedi. Fırçası bıraktığı yerde, makyaj masasında rimelleri, allıkları
bıraktığı gibi duruyor. Takıları balerinden bir askıda öylece asılı kaldı.
Öldüğü güne kadar babam hiç birşeye dokunmadı. Her akşam yatağın kendi
tarafının örtüsünü titizlikle katlar, yorganı çekip yatağa girerdi. Uykusunda
hiç hareket etmemiş gibi kalkardı yataktan. Tekrar örter kendi tarafını çıkar
işe giderdi. Temizliğe gelen Emine teyze tembihliydi. Çarşaflar değiştiğinde
düzen bozulmayacaktı. Babam işe gittiğinde giriyordum odaya. Annemle uzun
sohbetler ederdim. Onun makyajlarına dokunur, elbiselerini giyerdim. Herşeyi
eski yerine özenle bırakır, odadan hiç orada olmamışım gibi çıkardım. Babamla
annemin yatak odası bir tapınak olmuştu bizim için. O odada annem içimde
yükselirdi. O yükseldikçe içimdeki öfkeler, çaresizlik ve terk edilmişlik de
büyür, köşelere kaçışır, gölgelerde toplaşır büyürlerdi. İlk göz kalemimi o
odada çektim. Annemin pıhtılaşmış rimelini sulandırıp uzattım kirpiklerimi
orada. Aynada kocamanlaşan gözlerime derin derin bakıp “Güzel oldu mu?” diye
sorardım yatağa uzanmış beni izleyen hayaletine. Her gün silikleşen görüntüsü o
odada renklenirdi tekrardan.
Mutfağın kokuları değişeli yıllar oldu. Çarşafları
temizlediğinde Emine Teyze, başka bir sabun kullanıyor. Çarşaflar başka bir
kadının seçimleri kokuyor artık. Ama bu odada, annem yaşamaya devam ediyor. Ona
müzik dinletiyorum. Topuklu ayakkabılarını giyip dans ediyorum onun için.
Yorumsuz kalan çabalarımla var olmayan bir annenin eşyalarıyla şekilleniyor
içimdeki kadın. Biraz yamuk, biraz çalakalem, biraz da babamın sakinliğinde
içime kapanarak büyüyorum. Bazen yatakta
annemin ütülü tarafına uzanıyorum. Çoğu zaman ağlayarak uykuya dalıyorum. Babam beni taşıyor odama. Beni bulduğunu,
odada ne yaptığımı hiç konuşmuyoruz.
Babamın odayı, annemin eşyalarını benim için tuttuğu hiç aklımdan
geçmiyor. O kocaman yatakta boşluğunun yanında her gece uyumanın ne demek
olduğunu 15 yaşım hiç sorgulamıyor. Erkekleri
yeni yeni tanıyorum. Babama kızgın olduğum, onu zayıf ve yetersiz bulduğum
yıllar onlar. Mutlaka bir hata yaptığına, annemi bu evden ve benden götürecek
herşeyin sebebinin onda olduğuna inandığım, gitmesinden ise ölesiye korktuğum,
bir gün benim de bırakılacağım ihtimalinin içime taş gibi oturduğu yıllarım.
Babamın yalnızlığını elbise gibi üzerimde taşıdığım, köprülerde gezdiğim, bir
türlü geçemediğim, karmakarışık ergenlik yıllarım böyle başlıyor.
“ya da piyasaya böyle de çıkartabiliriz.” Susuyor. Etrafa
bakınıyoruz, hepimiz. “piyasa çok iyi değil. Biraz yatırım ile bu evi inanılmaz
güzel bir fiyata satarım.”
Parayı dert ettiğimizi sanıyor. Tüm insanların derdi para.
Bizde fazlasıyla var. “Biz aramızda karar verip sizi arayalım.”
Kocamla ikisi kalkıp kapıya gidiyorlar. Kapı ağızında son
birkaç şey anlatmaya çalışıyor emlakçı. Emlakçımız genç bir adam. Yakışıklı,
heyecanlı. Gençlerin yaşlılara
sergiledikleri bir tavır vardır. Biraz küstahça, dudakların kenarı yukarı
kalkarak beliren bir gülümseme eklenir o tavıra. Kocamla ikisinin arasında
gidip geliyor bakışlarım. Genç adamın gergin cildi, çizgisiz yüzü, dik duruşu,
geniş omuzları 56 yaşında kocamın kemiklerine oturmuş, yıllar içinde yerini
bulmuş teninin, gülen gözlerinin etrafındaki çizgilerin yanında sönüyor. Dönüp
bahçeye bakıyorum. Müştemilata hep takılıyor gözüm. Bir yıldır yaptığım gibi
görmezden gelebilmeyi ne çok istiyorum.
“Sevval?”
Karşımda oturuyor. Ayrılmak istediğini söylediğinden bu yana
ilk defa bakıyoruz birbirimize.
“Bahçeyi yapacak mıyız? Böyle mi satalım? Ne istersin?”
Belki de hayat bu kadar basit. Herşey bir kararın sırtında,
ya o tarafı ya da bu tarafı seçtiğimiz bir uçurum üzerindeki köprüden geçmek
kadar kolay. “Evliliğimizi derleyip toplayıp, süsleyip mi bırakalım yoksa böyle
dağınık mı bırakıp mı gidelim?” sorusu gizlendiği yerden süzülerek içime kayıyor. Ne istersin? Herşey eskiye dönsün, sen gitme,
annem hiç gitmemiş olsun, bahçe zaten güzel olsun…
“Nasıl istersen. Benim için artık fark etmez.”
Hep kurban, hep teslim olan. Kararsız, vefakar. Gölgelerimde
saklanan zavallılar yine yükseliyor içimden. Sıkılıyor benden. Yüzünde
çaresizlik öfkeyle karışıyor. Ne o ne de ben bu kararın sorumluluğunu
istemiyoruz. Diğeri versin, suçlu o olsun. Birbirimize hiç soramadığımız
soruların yanıtlarını bu saçma soruların içinden çıkartmaya çalışıyoruz.
“Bahçeyi yapalım” dese. İster miyim? Benimle biraz daha durmaya karar verse
sevdiğini mi anlarım? Ben seviyor muyum hala? Sinirlendiğinde geriliyor yüzü,
dudakları incecik oluyor. İçimde tüm korkular ayağa kalkmış avazları çıktığı
kadar bağırırken ben babamın kılıfına girip sadece oturuyorum. Sessiz, dingin.
O gün babama sormadığım bir yığın soru için ilk defa pişmanlık duyuyorum.
Telefonunu çıkartıp, bir numara tuşluyor. Sırtını dönüyor, müştemilatı gören
pencereden bakıyor. “Tamam. Bahçeyi yapacağız. Değeri daha iyi olacak
diyorsanız.” Emlakçı çocuk birşeyler söylüyor, içimdeki sevinci parçalamak
istiyorum. Zayıf, onsuz yaşamaktan ödü kopan beni sarsmak, yere atmak, üzerinde
tepinmek istiyorum. Ama kalacak diye içim coşuyor. “Ne kadar zaman? Bir ay!
Bitiririz inşallah… Tamam.” Telefonu masaya bırakıyor. Derin derin nefes
alıyor. Başımı çevirip bakıyorum ona. Herşey aramızda konuşmadan gidip geliyor.
Anahtarlarını alıp kapıya gidiyor. Ağlamak istiyorum. “Bir saate gelirim, çöp
torbası lazım, bir de tırmık falan alacağım.” Kapı kapanıyor, arabasının sesi
uzaklaşıyor ve içime garip belli belirsiz bir gülümseme oturuyor.
Ayaklarını ayaklarıma dolar, beni kendine çekip kulağıma
“yastığım” diye fısıldardı. “Ayaklarımızın birbirine dolanmasını özledim. Gel
artık…” yazmış orospu. “Yastığın” diye imza atmış. “Erkekler hep aynı sever
kızım. O kadın bu kadın fark etmez. Nasıl sevmeyi biliyorsak, standard hep öyle
severiz. Çok yaratıcı varlıklar değiliz.” Her gece okuduğu hikaye bitmiş, beni
anlımdan öpmüş, tam ışığı söndürecekken sormuştum. “Daha çok sevseydik kalır
mıydı baba?” Yıllar sonra ilk rakı soframızda “Birşey mi yapmıştın baba?” diye
sormuştum. Her ikisinde canı acımıştı. Üzülmüştüm ama gözlerinin içine bakmaya
devam edip cevap vermesini daha çok istemiştim. “Yastığın” imzalı mektuplarda
ararken suçumu, daha fazla ne yapabilirdim diye sorgularken babamın bir zaman
ki sözlerinde huzur bulamıyorum. Erkekler hep aynı sever kızım. Mektupları bulduğumdan bu yana üç gün geçti.
Konuşmadık. O denedi. Duymak istemedim. Hiç bir zaman üstüme gitmedi, hiç bir
konuda. Her zaman saygılı ve kibar oldu. Aşağıda misafir odasında yatıyorum. O
burada yatmıyor akşamları. Yine de odada yatmıyorum. Bu oda çocukların
paylaştığı odaydı. Duvarlarında artık rock şarkıcıların posterleri yok. Oda
bayatlamış gizlenmiş kül tablalarında biriken izmarit kokularından yıllar önce
arınmış. Çatlakların üzerine örttüğümüz yamalar yok olup o çatlaklar daha da
derin ortaya çıktığında ne yaparız. Sanki günler değil de yıllardır bu odada
yatıyor, bu mutfakta nohut ayıklıyorum. Ama
hepi topu üç gün geçti. O babam gibi sakin, sessiz. Onlar liman. Dağılmış,
hayatın fırtınalarında yelkenleri yırtılmış teknelere yer açan limanlar onlar.
Annem sıkıldı da mı gitti? Sorusu yine başını saklandığı yerden çıkartıyor.
Çocukken bana bir korsan masalı okurdu. Korsanlar hep denize dönerdi hikayenin
sonunda. Üzgün kadınlar bırakırlardı ayrıldıkları limanlarda. Ağlardım onlar
gidince. Annem başımı okşar, gülerdi bana. “Canım benim…limanlar kalmak için
değildir ki. Gelen gemiler mutlaka ayrılır.” Sonra yanıma uzanır, hüzünlü bir
şarkı mırıldanır ben uyuyana kadar yanımda kalırdı.
Kelime: 1727