Sunday, August 14, 2016

14 Ağustos 2016

“Bazen kadınlar sıkılır”
On beş yaşındayım. Sabah sessiz oturup yediğimiz kahvaltılardan birindeyiz. Babam çok konuşmayan bir adam. “Annem neden gitti?” Bir defa sordum bu soruyu, bir daha da ne kendime ne ona sormadım. Ben babamdan öğrendim kadınların sıkılabileceğini sonra da sıkıcı bir kadın olmamaya sessiz bir and içtim. Sıkılmazsa bir kadın belki de gitmezdi. Bilmedim o zamanlar sıkılmanın bir çok yüzü olduğunu, kontrol edemeyeceğimi. Küçüktüm henüz. Babamın sesinde gizleyemediği hüzünü kaptım, sessiz yaşadığı yalnızlığını, terk edilen olmanın derin kapanmayan yarasını gördüm, benimkiyle buluşturdum, büyüttüm. Bir gün bile “Baba, erkekler de sıkılmaz mı?” diye sormak gelmedi aklıma. Öğrenmedim onu. Herşeyi bir uçurum sandım. Kendi durduğum tarafı tek taraf sandım. Sıkılıp gidebilecek olan terk edilecek kadar da sıkıcı olan sadece bendim. Düz mantık benimkisi. Çocukken bize açıklanmadan geçip giden, başımıza gelen her şey gibi bu da düz bir çocuk mantığıyla oturdu ruhuma, ev kurdu içimde. “Baba neden savaşmadın? Neden sıkılmamasını sağlamadın?” “Hiç mi fark etmedin sıkıldığını?” sormadığım soruların arasına girdi. Annemin neden beni valizine koyacak kadar değerli ve vazgeçilmez bulmadığını da soramadım. Ne kadar sıkıcı biri olduğum ihtimalini gerçeğe dönüştürdüm, bir sır gibi sakladım. Elimde bir babam kalmışken, ona sımsıkı tutundum. Tutunurken tüm savaş kelimelerimi, isyanlarımı yuttum. Sıkılmayan kadın elbisemi giyindim ve kırık dökük, cesaretsiz iyi bir adamın kadın tanımıyla, terk eden bir annenin sıkıcı kızı kimliğimle genç kızlıktan geçtim. Sıkılmayan kadınların ne kadar sıkıcı olduklarını çok sonra öğrendim.

“Onları buraya eksek daha iyi güneş alır”
Bu biz miyiz? Boşverdiğimiz, çatlamasına, kurumasına göz yumduğumuz, hayallerimizi kıyıda köşede çürümeye, tozlanmaya bıraktığımız bu bahçeyi düzenlemeye çalışan bu iki insan biz miyiz? Ayrılmak için beraber çalışmak zorunda olan, yan yana birlikte bir bahçe yaratmaya çalışan bu karı koca biz miyiz?
“Orasının daha çok güneş aldığını nereden biliyorsun?” içimi kemiren soruyu soramıyorum. Gereğinden fazla söz sarf etmiyoruz birbirimize. Konu konuyu açmasın diye düz sorular, kısa yanıtlar ile konuşuyoruz. Belki de soruların artık bir anlamı kalmadı. Alınacak tüm cevaplar alınmış, yaşananları silemeyecek, hiç birşeye anlam veremeyecek. Yine yama yapma ihtimalimden korkarak da sormuyorum. Yamalarımın sökükleri var, delikler açıldı hepsinde, giderek büyüyorlar.
“Baban ve ben ayrılmaya karar verdik.” Ona danışmadan söyledim kızlara. Zayıf bir güç alma çabası benimkisi ama ilacına kavuşmuş bir bağımlı kadar haz veriyor bu zayıf güç. Biri “Bu yaşta mı?” dedi, diğeri “Hayırlı olsun anne” İkisi de boktan yanıtları içime oturdu. “Sen iyi misin anne?” demedi hiç biri. “Neden?” diye sormadılar.
Bahçede dolanıp oyuncakları tek tek dolduruyorum kocaman siyah bir çöp poşetine. Eldiven var elimde. Bir zamanlar pırıl pırıl kutular içinde heyecanla alınmış, hevesi geçince kenara atılmış arabalar, bebekler, havuz oyuncakları.  Hepsi tozlu, lekeli, bebeklerin gözleri çıkmış, kolları delinmiş, öylece durdular yıllarca bu bahçede. Neden kimseye vermediğimi, neden başka bir çocuğa oyuncak keyfi yaşatmadığımı düşünüyorum şimdi. Üç koca poşet ouncak çıkıyor bahçeden, bir de poşete girmeyen o bisikletler, patenler, kaykaylar yığılıyor sokaktaki çöp konteynerinin yanına. Bugün Çarşamba. Çöp günü.
Emlakçı arıyor öğleden sonra. “Nasıl gidiyor?” Garipsiyorum ilişkimizi. Ev bizim, bahçe bizim, emlakçı bizim için çalışıyor. Ama o söylüyor biz yapıyoruz. Vazgeçtiğimiz evliliğimiz gibi evimizin de değerini bir yabancı biçiyor. Sevmiyorum emlakçıyı, o orospuyu sevmediğim gibi. Akşamları bazen gidiyor. Bahçe ile uğraşmadığımız her an gidiyor bu evden. Bitsin istiyor. Gitmek istiyor. Orospu da biliyor benim bildiğimi. “Mektupları ben koymadım çantama” demişti. “Seni öyle acıtacak birşey yapmam biliyorsun.” Öylece bakmıştım yüzüne. “Kulakların duyuyor mu ne dediğini?” Avazım çıktığı kadar bağırmak istemiştim. Sadece boş boş bakıp sakin oturmuştum. Bunca yıllık evliliğimizi bırakıp gitmek, bunca şeyden sonra beni terk etmek acıtmazmış da o mektuplar acıtırmış gibi.
Bahçe zor ilerliyor. Konuşmadan, paylaşmadan, herkes kendi kafasına göre temizliyor, düzenliyor. İkimiz de bir gün konuşmamız gerekeceğini biliyoruz, ama şu anda kelimeler sadece sınıra gelip asılı kalıyor. Dışarı taşamıyor. Konuşacak onca şey varken insan bazen hiç birşey diyemiyor. Ağızda büyüyen bir lokma gibi yoruyor söylenmeyenler.
Bazen bahçede çalışırken bakıyorum ona. Yanına gidip sarılmak, yüzünü ellerimin arasında tutup “ben buradayım” demek istiyorum. “Bak bana… gözlerime bak!” diye bağırmak istiyorum. En çok da “Ben sıkıcı değilim!” demek istiyorum. Bazen de bakamıyorum ona. İçimi eziyor, kızgınlıkla ağlama arasında bir köprüde bir ileri bir geri gidiyor, bir türlü hangi tarafta olacağıma karar veremiyorum. O bana bakmıyor. Donuk, sakin ama şevkatli sesi. Sadece bahçeyi konuşuyoruz çok gerektiğinde. Her gün çöp topluyorum, moloz atıyorum. Yarın tırmık alıp toprağın üzerindeki pislikleri, dökülmüş yaprakları temizleyeceğim.

Topuklu ayakkabıları duruyor annemin. Hepsi duruyor. Sayıyorum onları zaman zaman. Hiç birini almamış. O gittiğinde ben 7 yaşındaydım. Aradan 7 yıl geçti. Babam annem gittiğinden beri tek bir şeyi değiştirmedi. Fırçası bıraktığı yerde, makyaj masasında rimelleri, allıkları bıraktığı gibi duruyor. Takıları balerinden bir askıda öylece asılı kaldı. Öldüğü güne kadar babam hiç birşeye dokunmadı. Her akşam yatağın kendi tarafının örtüsünü titizlikle katlar, yorganı çekip yatağa girerdi. Uykusunda hiç hareket etmemiş gibi kalkardı yataktan. Tekrar örter kendi tarafını çıkar işe giderdi. Temizliğe gelen Emine teyze tembihliydi. Çarşaflar değiştiğinde düzen bozulmayacaktı. Babam işe gittiğinde giriyordum odaya. Annemle uzun sohbetler ederdim. Onun makyajlarına dokunur, elbiselerini giyerdim. Herşeyi eski yerine özenle bırakır, odadan hiç orada olmamışım gibi çıkardım. Babamla annemin yatak odası bir tapınak olmuştu bizim için. O odada annem içimde yükselirdi. O yükseldikçe içimdeki öfkeler, çaresizlik ve terk edilmişlik de büyür, köşelere kaçışır, gölgelerde toplaşır büyürlerdi. İlk göz kalemimi o odada çektim. Annemin pıhtılaşmış rimelini sulandırıp uzattım kirpiklerimi orada. Aynada kocamanlaşan gözlerime derin derin bakıp “Güzel oldu mu?” diye sorardım yatağa uzanmış beni izleyen hayaletine. Her gün silikleşen görüntüsü o odada renklenirdi tekrardan.


Mutfağın kokuları değişeli yıllar oldu. Çarşafları temizlediğinde Emine Teyze, başka bir sabun kullanıyor. Çarşaflar başka bir kadının seçimleri kokuyor artık. Ama bu odada, annem yaşamaya devam ediyor. Ona müzik dinletiyorum. Topuklu ayakkabılarını giyip dans ediyorum onun için. Yorumsuz kalan çabalarımla var olmayan bir annenin eşyalarıyla şekilleniyor içimdeki kadın. Biraz yamuk, biraz çalakalem, biraz da babamın sakinliğinde içime kapanarak büyüyorum.  Bazen yatakta annemin ütülü tarafına uzanıyorum. Çoğu zaman ağlayarak uykuya dalıyorum.  Babam beni taşıyor odama. Beni bulduğunu, odada ne yaptığımı hiç konuşmuyoruz.  Babamın odayı, annemin eşyalarını benim için tuttuğu hiç aklımdan geçmiyor. O kocaman yatakta boşluğunun yanında her gece uyumanın ne demek olduğunu 15 yaşım hiç sorgulamıyor.  Erkekleri yeni yeni tanıyorum. Babama kızgın olduğum, onu zayıf ve yetersiz bulduğum yıllar onlar. Mutlaka bir hata yaptığına, annemi bu evden ve benden götürecek herşeyin sebebinin onda olduğuna inandığım, gitmesinden ise ölesiye korktuğum, bir gün benim de bırakılacağım ihtimalinin içime taş gibi oturduğu yıllarım. Babamın yalnızlığını elbise gibi üzerimde taşıdığım, köprülerde gezdiğim, bir türlü geçemediğim, karmakarışık ergenlik yıllarım böyle başlıyor.

“ya da piyasaya böyle de çıkartabiliriz.” Susuyor. Etrafa bakınıyoruz, hepimiz. “piyasa çok iyi değil. Biraz yatırım ile bu evi inanılmaz güzel bir fiyata satarım.”
Parayı dert ettiğimizi sanıyor. Tüm insanların derdi para. Bizde fazlasıyla var. “Biz aramızda karar verip sizi arayalım.”
Kocamla ikisi kalkıp kapıya gidiyorlar. Kapı ağızında son birkaç şey anlatmaya çalışıyor emlakçı. Emlakçımız genç bir adam. Yakışıklı, heyecanlı.  Gençlerin yaşlılara sergiledikleri bir tavır vardır. Biraz küstahça, dudakların kenarı yukarı kalkarak beliren bir gülümseme eklenir o tavıra. Kocamla ikisinin arasında gidip geliyor bakışlarım. Genç adamın gergin cildi, çizgisiz yüzü, dik duruşu, geniş omuzları 56 yaşında kocamın kemiklerine oturmuş, yıllar içinde yerini bulmuş teninin, gülen gözlerinin etrafındaki çizgilerin yanında sönüyor. Dönüp bahçeye bakıyorum. Müştemilata hep takılıyor gözüm. Bir yıldır yaptığım gibi görmezden gelebilmeyi ne çok istiyorum.

“Sevval?”
Karşımda oturuyor. Ayrılmak istediğini söylediğinden bu yana ilk defa bakıyoruz birbirimize.
“Bahçeyi yapacak mıyız? Böyle mi satalım? Ne istersin?”
Belki de hayat bu kadar basit. Herşey bir kararın sırtında, ya o tarafı ya da bu tarafı seçtiğimiz bir uçurum üzerindeki köprüden geçmek kadar kolay. “Evliliğimizi derleyip toplayıp, süsleyip mi bırakalım yoksa böyle dağınık mı bırakıp mı gidelim?” sorusu gizlendiği yerden süzülerek içime kayıyor.  Ne istersin? Herşey eskiye dönsün, sen gitme, annem hiç gitmemiş olsun, bahçe zaten güzel olsun…
“Nasıl istersen. Benim için artık fark etmez.”

Hep kurban, hep teslim olan. Kararsız, vefakar. Gölgelerimde saklanan zavallılar yine yükseliyor içimden. Sıkılıyor benden. Yüzünde çaresizlik öfkeyle karışıyor. Ne o ne de ben bu kararın sorumluluğunu istemiyoruz. Diğeri versin, suçlu o olsun. Birbirimize hiç soramadığımız soruların yanıtlarını bu saçma soruların içinden çıkartmaya çalışıyoruz. “Bahçeyi yapalım” dese. İster miyim? Benimle biraz daha durmaya karar verse sevdiğini mi anlarım? Ben seviyor muyum hala? Sinirlendiğinde geriliyor yüzü, dudakları incecik oluyor. İçimde tüm korkular ayağa kalkmış avazları çıktığı kadar bağırırken ben babamın kılıfına girip sadece oturuyorum. Sessiz, dingin. O gün babama sormadığım bir yığın soru için ilk defa pişmanlık duyuyorum. Telefonunu çıkartıp, bir numara tuşluyor. Sırtını dönüyor, müştemilatı gören pencereden bakıyor. “Tamam. Bahçeyi yapacağız. Değeri daha iyi olacak diyorsanız.” Emlakçı çocuk birşeyler söylüyor, içimdeki sevinci parçalamak istiyorum. Zayıf, onsuz yaşamaktan ödü kopan beni sarsmak, yere atmak, üzerinde tepinmek istiyorum. Ama kalacak diye içim coşuyor. “Ne kadar zaman? Bir ay! Bitiririz inşallah… Tamam.” Telefonu masaya bırakıyor. Derin derin nefes alıyor. Başımı çevirip bakıyorum ona. Herşey aramızda konuşmadan gidip geliyor. Anahtarlarını alıp kapıya gidiyor. Ağlamak istiyorum. “Bir saate gelirim, çöp torbası lazım, bir de tırmık falan alacağım.” Kapı kapanıyor, arabasının sesi uzaklaşıyor ve içime garip belli belirsiz bir gülümseme oturuyor.


Ayaklarını ayaklarıma dolar, beni kendine çekip kulağıma “yastığım” diye fısıldardı. “Ayaklarımızın birbirine dolanmasını özledim. Gel artık…” yazmış orospu. “Yastığın” diye imza atmış. “Erkekler hep aynı sever kızım. O kadın bu kadın fark etmez. Nasıl sevmeyi biliyorsak, standard hep öyle severiz. Çok yaratıcı varlıklar değiliz.” Her gece okuduğu hikaye bitmiş, beni anlımdan öpmüş, tam ışığı söndürecekken sormuştum. “Daha çok sevseydik kalır mıydı baba?” Yıllar sonra ilk rakı soframızda “Birşey mi yapmıştın baba?” diye sormuştum. Her ikisinde canı acımıştı. Üzülmüştüm ama gözlerinin içine bakmaya devam edip cevap vermesini daha çok istemiştim. “Yastığın” imzalı mektuplarda ararken suçumu, daha fazla ne yapabilirdim diye sorgularken babamın bir zaman ki sözlerinde huzur bulamıyorum. Erkekler hep aynı sever kızım.  Mektupları bulduğumdan bu yana üç gün geçti. Konuşmadık. O denedi. Duymak istemedim. Hiç bir zaman üstüme gitmedi, hiç bir konuda. Her zaman saygılı ve kibar oldu. Aşağıda misafir odasında yatıyorum. O burada yatmıyor akşamları. Yine de odada yatmıyorum. Bu oda çocukların paylaştığı odaydı. Duvarlarında artık rock şarkıcıların posterleri yok. Oda bayatlamış gizlenmiş kül tablalarında biriken izmarit kokularından yıllar önce arınmış. Çatlakların üzerine örttüğümüz yamalar yok olup o çatlaklar daha da derin ortaya çıktığında ne yaparız. Sanki günler değil de yıllardır bu odada yatıyor, bu mutfakta nohut ayıklıyorum.  Ama hepi topu üç gün geçti. O babam gibi sakin, sessiz. Onlar liman. Dağılmış, hayatın fırtınalarında yelkenleri yırtılmış teknelere yer açan limanlar onlar. Annem sıkıldı da mı gitti? Sorusu yine başını saklandığı yerden çıkartıyor. Çocukken bana bir korsan masalı okurdu. Korsanlar hep denize dönerdi hikayenin sonunda. Üzgün kadınlar bırakırlardı ayrıldıkları limanlarda. Ağlardım onlar gidince. Annem başımı okşar, gülerdi bana. “Canım benim…limanlar kalmak için değildir ki. Gelen gemiler mutlaka ayrılır.” Sonra yanıma uzanır, hüzünlü bir şarkı mırıldanır ben uyuyana kadar yanımda kalırdı.

Kelime: 1727

Monday, August 8, 2016

8 Ağustos 2016

“Ama” Boktan bir laftır bu “ama”. Kaypak bir söz. İtiraz görüntüsünde aykırıymış gibi yapan ama çelimsiz, zayıf ve dönektir. “Ama” mızmızdır. Güçsüzlerin kullandığı bir laftır. Kişiliksizdir. “Annen gitti yavrum ama seni hala seviyor. Biliyorsun değil mi?” Saçlarımı okşamalarından hiş hoşlanmadığım, yemekleri ev kokmayan, mutsuz, cesaretsiz kadınlar “ama” der. Annem “ama” demezdi. “Ama” lı kadınların hepsi doluştu onun giderken bıraktığı boşluğa. Saç saça baş başa kavga ettiler kelimeleriyle, benim saçlarımdan, önüme koydukları yemeklerden güç almak istediler. “En sevdiğin yemeği yaptım.” Gözleri hep babamda. Ellerinde tencereler, mutfağa dalıp, sahiplenmek istediler. Sahiplenemediler, ne mutfağa ne de babama. Benim en sevdiğim yemeğin ne olduğundan bir haber, seslerinde Adalet Cimcoz tınıları, evimizin her köşesine sokak köpekleri gibi iz bıraktılar. “Ama seni hala seviyor”

Odasında dolanır dolapları açardım babam işe gittiğinde. Neyi götürdüğüne neyi bıraktığına bakmak ister, kalanlardan gidenleri çıkartmaya çalışır kendime bir konum oluşturmak isterdim. En sevdiğim, kahkahalı sabahlarda, babamla cilveleştiği o sabahlarda giydiği üzeri pom pomlu topuklu terliklerini ve ince ipek sabahlığını bırakmıştı. Onlar yıllarca dolapta öyle durdular. Babam hiç bir şeyi atmadı, hiç bir şeyi değiştirmedi. Annem o evde yokluğuyla her gün bizimle yaşadı.

“Seni seviyor yavrum…unutma bunu” Yine saçımda birinin elleri. Becereksiz, acıtıyor tararken, çekiyor. Örünce yamuk örüyor. Annemin gittiğini artık herkes biliyor. Bir anda oluveriyor ne olduysa ve ellerimdeki kitapları fırlatıyorum yere. Saçılıp odanın her bir yerine dağılıyorlar, sayfalar uçuyor havada. Dönüyorum. Dehşetle bana bakan bilmem ne teyzeye bir tekme savuruyorum. Dizine uzanıyor ayağım. Dışarıda kar, ayağımda postallar var. Yüzü buruşuyor, dizini tutuyor, başı öne eğik. Sonra usulca kaldırıyor yüzünü, yaklaştırıyor benim yüzüme. “Küçük orospu!” Bir fısıltı gibi çıkıyor sesi. “Annen senin yüzünden kaçmıştır” Bir yılan gibi, nefes nefese kısık sesi. O günden sonra saçlarımı hep babam örüyor. Demiyor hiç “ama annen seni çok seviyordu” Diyemiyor. “Ama” larımız yalan, biz aynı teknede kürek çekiyoruz. Bir ama ile devrilebilir herşey. Bunu biliyor, sadece küreklere asılıyoruz. Örgünün sonuna lastik bağlıyor babam, sonra başımdan öpüyor. “Haydi güzel kızım” diyerek beni okula uğurluyor. Örgülerim eğri, düzeltmiyorum. Annemin gittiğini herkes biliyor ama bu sabah saçlarımı babam ördü.


Kelime: 331


“En korktuğu şeydi” Buruşmuş ellerine takılıyor gözleri. “Çok yaktım canını” Sonra pencereden dışarıya bakıyor. Çarşaflarını sadece ben değiştirebiliyorum. Güvenmiyor hemşirelere. Uçlarından çekip top yapıyor, yere bırakıyorum çarşafları. Çekmeceden sabun kokulu ütülenmiş yeni çarşaflar çıkartıp seriyorum. Havalandığında sabun kokusu odaya dağılıyor. “Gideceğimi biliyordu. En azından bir gün” Sözleri af dilemiyor, haklı haksız ayırımı yapmıyor. Yıllar öncesinden bir fotoğrafa bakar gibi konuşuyor. Onun yokluğuyla geçen yıllarda biriken sorularım köşelere çekilip gölgelere sığınıyor. Belki de kendimce verdiğim yanıtları daha çok sevdim. “Akşam yemeğinde tavuk varmış. Sen sevmezsin diye değiştirmelerini söyledim.” Kirli çarşaflarını hemşirelerin hergün gelip boşalttığı hasır sepete bırakıyorum. Bana bakıyor. Gülümsüyor. Gülümsediğinde gözleri küçülüyor. “Çok aç değilim zaten.”

Karşısına geçip oturuyorum. Her hafta rutinimiz bu. O hayatıma tekrar girdiğinden beri, ben her hafta Cuma günleri onu bu yaşlılar evinde ziyarete geliyorum. Tam bir sene oldu. “Sevval hanım. Annenizi bugün yatırdık.” Çatlama sesi gibi. Telefon elimde yatak odamın ortasında, öylece duruyorum. “Annem” diyebiliyorum sadece.  “Evet. Sizin adınızı verdiği için arıyoruz.” Sokağın köşesinden bana el saladığı o günden 40 yıl sonra annem hayatımın içine açtığı çatlaktan sızıp giriyor. Cuma günleri gelip çarşaflarını değiştiriyorum, odasını topluyor, haftalık yemeklerini kontrol ediyorum. Doktorlarıyla konuşuyorum. Arkadaşlarıyla tanışıyorum. Annemi hiç tanımıyorum. Önce işlerimi yapıyorum. Sonra yarım saat yanında oturup konuşuyorum. Pencereden bakıyoruz beraber. “Sen en çok neden korkuyorsun?” Gözlerim doluyor. Sinirleniyorum. Başımı çevirip iyice bahçenin öbür tarafına bakıyorum. Cevap vermiyorum. “Gitmem gerekiyor. Bugün evde çok iş var.” Kalkıyorum. Şuursuzca masasında duran çiçekleri düzeltiyorum. “Haydi haftaya görüşürüz.” Kapıyı arkamdan çekip çıkıyorum. Bana bakıyor muydu bilmiyorum. Televizyona dalmış yaşlıların arasından hızla geçip kendimi dışarıya atıyorum. Arabaya vardığımda artık ağlamamı durduramıyorum. Neden ağladığımı bilmiyor, kendime sinirleniyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Sensiz bir sabaha uyanmaktan, hiç bir daha dönmeyecek olmandan, valizinde benden daha değerli, bırakamadığın neler olduğunu bilmekten, karanlık gecelerden, evsiz mutfaklardan, sessizlikten ama en çok kendimden korkuyorum anne. Sen giderken belki beni de götürdün beraberinde. Geriye ne bıraktıysan onun içini başka bir kızla doldurdum. Büyüdüm o kadın oldu. O içime doldurduğum kıza bakmaya çok korkuyorum. Ama en çok o valize girip seninle giden küçük kızla karşılaşmaktan ve ona hesap sormaktan, hesap vermekten, verememekten çok korkuyorum anne.

Akşama çorba yapmam gerekiyor. Saat geç oldu. Bakkala uğrarım, sandviç malzemesi alırım. Çorbanın yanına sandviç iyi gider bu akşam.


Kelime: 363

“Kapı açıldı” Bu bir film sahnesi olsaydı, böyle yazardı senaryoda. Ama müştemilatın kapısı yoktu. Kenarda duruyordu, taktırmamıştı. O yüzden bir kapı açılmadı. O kapının olması gereken boşlukta kocası belirdi. Biraz karmaşık, biraz dağınık, çokca haklı bir duruşu mu vardı sanki? Mutfak camına çevirdi başını. Günün bu saatinde hep güneş vurur bu cama. İçerisi görünmez. Görünseydi mutlaka göz göze gelirlerdi. Gelmediler. Repliklerini kendim yazmış gibi buraya geldiğinde söyleyeceği herşeyi önceden biliyordum. O savunmayı ben yazmıştım çoktan. Herşeyi hesaba katmıştım da aşık olacağını hiç katmamıştım. Dedim ya, insan görmek istemediği şeylere bakmama konusunda inanılmaz yaratıcı oluyor.

Toprağı çatlamış, çocukluğu ölmüş oyuncakların kıyıda köşede toplaştığı bahçenin  içinden yürürken izliyorum onu. Tanıdık duruşu, açık gömleğinin altında tanıdık teni. Kollarını sıvamış, yürürken saçlarının içinden geçiriyor ellerini. Kollarındaki damarları tanıdık. Kilo verdi son yıllarda. İlk tanıştığımız zaman ki kilosuna döndü. Yıllar yakıştı ona.

Kokusu giriyor önce mutfağa. Arkam dönük soğan doğrayan ellerim titriyor. Bıçak sürekli elimden kayıyor.  Ağlamak istiyorum. O gitsin istiyorum. Gitmesin istiyorum. O kokuyu, o teni, kollarındaki damaları kimseyle paylaşmasın istiyorum. Neden ben hiç tercih edilen olmuyorum.

“Sevval…”

“Tuz kalmamış. Ayran da bitmiş. Bakkaldan alırsan iyi olur.”

Soğan doğramaya devam ediyorum. Anahtar seslerini duyuyorum. Dönüp baksam utanç mı görürüm, acıma mı? Acımaya tahammül edemem. Gurur, öfke mi olur gözlerinde? Hiç bir zaman öğrenemeyeceğim. Ayaklarımı yere saplayıp kalçalarımı iyice tezgaha yapıştırıyor, soğanları hızla doğramaya devam ediyorum.

“Başka bir şey lazım mı?”

Sesinde dolanıyor zihnim, kılıflar giydiriyor. Önce hüzün, sonra öfke ve sonra hepsi birbirine karışıyor.

“Hayır.”

Kapının sesiyle boşalıyor mutfak. Arabanın sesi giderek uzaklaşıyor. Tezgahın dibine çöküp içimden yılları söküp atar gibi ağlıyorum. Bu aralar ne çok ağlıyorum. Bundan sonra ne olacak hiç bilmiyorum. Yine bir mutfaktayım, yine yalnız ve yine karanlık.


Kelime: 277